iletişim

fanzinmatmazel@gmail.com

9 Temmuz 2010 Cuma

işkence

Bugün ilk defa bir adamın bakışları buruk bir tat bıraktı ağzımda. Gülümsedi gözlerini her gördüğümde. Gençliğimin heyecanına sevindi. Ama kendi heyecanlılıklarına bir özlem büyüttü içinde sanki. Sonra bi daha baktım emin olabilmek için. Evet evet sevimli görünüyordu ona benim koşuşturmacalı, dünyayı çok ciddiye alan, insanları fazlasıyla önemseyen, ufak sorunlarını büyütüp büyütüp sonra onlara dertlenen ergensi hallerim. Özeniyordu sanki biraz bana. Yitirdikleriyle doluydu mavi-yeşil gözleri. Özlüyordu geri dönemeyeceğinin bilinciyle. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacak oluşunun kabullenmişliği çökmüştü üzerine. Olur muydu ki? Olduramıyordu işte. Biliyordum. O da direniş bayrağını almıştı bir dönem eline. Benim coşkumla haykırmıştı inandıklarını. Söylememişti. Hiçbir şey söylememişti bana. Ama biliyordum işte. Ödetmişlerdi ona da. Kime ödetmediler ki sanki. Belki benim de ödeyeceklerimi görüyordu bana bakınca. İşte o yüzden içimi burkuyordu gözleri. Bense naptıklarını görüyordum ona bakınca. Bilmiyordum eskiden nasıl bir insandı. Tanıdığımdan değil. Değişimin kokusunu alıyordum ama. Emek vermişti. Hak istemişti. Ellerinden biliyordum. Emeğin izlerini taşıyordu elleri. Hala emek veriyordu, hak istiyordu. Aynı değildi ama. İşkence etmişlerdi ona biliyordum. Mavi-yeşil gözlerinden biliyordum. Konuşurken ufak takılmalarından biliyordum. Bir cop iniyordu hala ağzını açtığında böğrüne. Susturulacakmışçasına kuruyordu cümlelerini. Ama bırakmıştı ki çoktan bir şeyler söylemeyi. Boşlukları doldurmaya, normalleşme rüzgarına kendini bırakmaya konuşuyordu sadece. Deniyordu bir nevi. Olduramayacağını bile bile… Gülüyordu arada ben bir şeyler anlatınca. Yok yok gülümsemiyordu bu sefer gülüyordu. Eksikti ama bir şeyler. Zorlama, yapmacık… Neydi ters olan? Sıkmış mıydım ki onu? Ama yok bende değildi sorun. Unutmak için çabaladığı hatıralar ardından geliyordu. Görüyordum güldüğünü ama dişlerini hiç göremediğimi düşünüyordum. Unutturmuşlardı gülmeyi. İşkencecinin suratına suratına her kahkaha atışında bir tırnağı daha düşmüştü belki yere. Kendinden emin karşılarına dikildiğinde bir dayak daha onu bekliyordu. Her gerçeği haykırmayışında bir kez daha yakıyordu elektrik cinsel organını. Ama neden canı acıyordu? Yaptıklarının hiçbirinin doğruluğundan şüphe etmezken, neden burada olmamak için yalvarıyordu o aslında inanmadığı tanrıya? O bilmiyordu ama parmaklarım tek tek dolaşıyordu suratındaki çizgilerde. Her dokunuşumda farklı bir anı karşılıyordu beni. Bir diğer yıpranmışlıkla yıpranıyordum her yarıkta. Sonra neden bir daha karşılaşıyordum o mavi-yeşil gülümsemeyle. Canımı yakıyordu. Bakışlarındaki burukluğa içim acıyordu. Değişimin böyle zalimcesine içim acıyordu. Babama içim acıyordu. Henüz doğurmadığım oğluma, olamadığım devrimciye, bir de işkencecinin kızına… Fark ediyordu belki canımın yandığını. Son bir gülümseme hediye ederek bir bahane bulup gidiyordu. Daha sonra yeni bir tane getirmek üzere…
suda seken yassı parlak taş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder